Kerim Alptekin
Diyanet İşleri Başkanlığı Çalışanlarının Katıldığı Anketin Sonuçlarıyla Analizi
Kurumsal geleceğinize yönelik stratejik amaç ve hedeflerinizi gerçekleştirebilmek için düşünsel tasarımlarınızı akılcı bir şekilde adım adım uygulamaya koymak stratejik vizyonun gereğidir. Yapılacak her girişim, hangi alanlara daha fazla yatırım yapılması gerektiğinin bir fotoğrafını verecektir.
İnsan kaynakları yönetimi açısından verimliliğin artırılabilmesi ve çalışanların potansiyellerini istenen seviyelere çıkarılabilmesi için birçok stratejik, bilimsel çalışma yapılmıştır. Günümüzde de değişimin her alanda kendisini hissettirmesi sonucunda yeni kurumsal hedefler koymak, planlama ve programlama yapmak, yapısal ve işlevsel değişimleri gerçekleştirebilmek için hem kendi kurumunuzu hem de toplumsal yapıyı doğru okumak zorunluluktur. Bu sayede objektif olarak sonuçları ortaya çıkaran nedensellikleri anlama imkânını elde etmiş olursunuz.
Ülkemizin en saygın, en önemli kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı, geçmişle kıyasladığında kuruluş misyonunun çok ötesinde görev ve yetkilere sahiptir. Oysa geriye doğru gittiğimizde yetki alanı sadece camiyle sınırlıydı. Şimdi ise girilmesi hayal bile edilemeyen kurumlarda sorumluluk almak nasip oldu. Olmayan imkânlarla buluşuldu. Artık her yerde başkanlığın çalışanları var. Hastaneler, cezaevleri, sevgi evleri, KYK yurtları, 4-6 kursları vs. Ancak buralarda sadece bulunmayı yeterli görmemek gerekiyor. Önemli olan bu fırsatları daha nitelikli bir şekilde değerlendirmek, bulunduğunuz yerin hakkını vermektir. Taşrayı gezdiğimizde çok güzel örnek çalışmaların olduğunu görüyor, gurur duyuyor, mutlu oluyoruz. 4-6 yaş Kur’an kursları ve gençlik başta olmak üzere insanımızın maneviyatına dokunan her adımı takdirle karşılıyoruz. Fakat toplumsal yapıdaki çözülmeleri, çürümeleri ve köklü değişimleri gördüğünüzde nasıl bir dini söylem, yorum ve içerik geliştirilmesi gerektiğine dair resmi ve sivil kurumların iç muhasebe yapmalarının elzem olduğunu düşünüyorum. Çünkü dışardan gelen yenilikler ve değişimler karşısında geleneksel dini kurumların sosyokültürel alan başta olmak üzere toplumsal hayatın sokak aralarında canlılığını sürdürebilmesi, dinamik bir hayatta değerlerle duruş belirleyebilmesi için hızla dönüşen toplumun gerisinde kalmaması gerekir.
Bizlerde bu bilinçten hareketle Diyanet-Sen olarak kurumsal kimliğimize uygun üstlendiğimiz misyonu, kurulduğumuzdan bugüne kadar hakkıyla yerine getirmeye çalışıyoruz. Bu anlayışla akademik, sosyal ve kurumsal hayata katkı sunmak, ahlaki ve manevi çürümeler karşısında daha nitelikli din hizmeti verilebilmesinin imkânlarını sağlamak için yeni adımlar atmaya devam ediyoruz. 07-23 Temmuz 2023 tarihleri arasında Diyanet İşleri Başkanlığında tüm unvanlarda çalışan personelinin kurum hakkındaki beklentileri, görüşleri, talepleri, din diyanet algılarının bilinmesi ve aidiyet seviyelerinin tespiti için online teknik yöntemi ile 65 soruluk anket çalışması yaptık. Araştırmanın bulgularını ve değerlendirmesini şu başlıklar altında gerçekleştirdik. Çalışma hayatı, Diyanete bakış, din- diyanet algısı, Aleviliğe bakış, sendikalara bakış, kamu hizmetlerinden memnuniyet ve geleceğe yönelik beklentiler. Amaç, elde edinilen verileri kurumun geleceği açısından değerlendirmek, ortaya çıkan olumsuz sonuçlar varsa nedenleri üzerine düşünmek ve çözümleri için gereken iradeyi ortaya koymaktır. Bu çalışma aynı zamanda kurumun eli ayağı olan her toplumsal katmana dokunan taşra çalışanlarının hem kendilerine hem de kurumsal yapıya bakışının fotoğrafıdır. Şu bir gerçek ki çalışanlarını iyi tanımayan hiçbir kurum başarılı olamaz. Personelin ne istediğini, yeterliliklerini, beklentilerini bilen bir yönetişim anlayışı kendisini yeniler ve kurumsal hedeflerine, hayallerine çalışanlarının performansını artırarak devam eder.
Uyguladığımız anket metodolojisi ile çok zengin içerikli sonuçlar elde ettik. Neticede katılımcıların beklentilerini, eleştirilerini ve açık sorular ile de düşüncelerini dile getirilmelerinin imkânını sağladık. Katılımcıların özgür olarak cevaplandırdıkları yedi bölümden oluşan ankete 6406 katılım olmuştur. Prof. Dr. Recep Kaymakcan’ın raporunu hazırladığı anketin istatiksel dağılımını kitapçık olarak basımını gerçekleştirdik. Tüm il ve ilçe müftülerimize sonuçları görmeleri için raporumuzu gönderdik.
Öne çıkan sorulardan örneklemeler üzerinden kısaca değerlendirmeler yaptığımızda çok anlamlı, çok düşündürücü, yüzleşilmesi ve acil eylem planlaması gerektiren sonuçlarla karşılaşıyoruz. Temel gayemizin en önemli ayağı kurumsal aidiyet seviyesini öğrenmekti. Sağlıklı bir ölçüm için birbiriyle bağlantılı farklı sorular hazırladık. Dikkat çeken soru ve cevaplardan bir kısmını yorumlayarak sizlerin takdirine sunuyorum.
“Diyanet Türkiye’de İslam dinine ilişkin en etkin kurumdur”
Düşüncesine %64.2 katılırken %21.9 katılmadığını %13.9 kararsız olduğunu söylüyor.
Malum başkanlığımız ülkemizin en saygın, en stratejik bir kurumudur. Olmaması halinde din ve maneviyat alanında kaosun hüküm süreceğini bilmem söylemeye gerek var mıdır. Aklıselimle diğer İslam ülkelerindeki gerçeklikler göz önünde bulundurulduğunda ülkemiz için Diyanet İşleri Başkanlığı büyük bir rahmettir. Dini alanda ve birlik beraberlik bağlamında sigorta işlevi gören bir kurumdur. Çalışanların çoğunun etkin bir kurum olduğunu onaylamasına karşın kararsızlarla birlikte yüzde otuz beş gibi bir oranın çıkması belki diğer ülkelerde Diyanet gibi bir kuruluşun olmadığının bilinmemesi veya yaşadığı çevreyi ve sosyal medyadan hayatın farklı katmanlarına kadar pratik hayattaki gözlemleri üzerinden bir değerlendirmeden olabilir. Belki bu kadar kuşatılmışlık içerisinde her türlü çeldirici, caydırıcı saldırılar karşısında kurumun yetersiz olduğu düşüncesi öne çıkmış olabilir. Diğer ülkelerle kıyaslayarak bir değerlendirme yapılsa sonuç kurumun etkinliğine verilen desteği daha da yukarılara çıkaracaktır.
“Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsü ile ilgili olarak hangisine katılırsınız”
Sorusuna verilen cevapların dağılımı şöyledir. Diyanet özerk olmalı diyenler %48.2. Mevcut statü ile devam etmelidir %50.1. Diyanet denetleme görevi yaparak başkanlığın görevleri cemaatlere devredilmeli oranı ise %1.7.
Kurulduğu günden bugüne farklı başlıklarla tartışması yapılan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın statüsü, en çok konu edilen bir meseledir. Katılımcıların özerklik ve statüden anladıklarının daha çok başkanın protokoldeki yeri ile alakalı olduğunu düşünüyorum. Daha önce bakana bağlı iken protokol sıralamasında gerilerde bulunan Diyanet İşleri Başkanı’nın, Cumhurbaşkanlığı sistemi ile protokoldeki yeri daha ön sıralara geldi. Mevcut halin devam etmesi isteğinin arka plandaki düşüncesi büyük ihtimalle bu. Fakat özerklik konusu özellikle siyasal erke bağlı ama dini konuları belirleme, yorumlama ve açıklamada yarı bağımsız bir özerklik mi? Radyo ve televizyon üst kurulu, rekabet kurulu, bankacılık denetleme ve düzenleme kurumları gibi hem idari hem de dini konuları belirlemede tam özerklik mi? Sorularına yanıt olarak yüzde elli oranında verilen destek çok önemli. İnanıyorum ki özerkliğin sınırları belirlenmiş bir tanımı olsa bu oran biraz daha yukarılara çıkacaktır. Bu konuda din işleri yüksek kurulunun yapısı üzerinden de bir açılım yapılabilir.
“Diyanet işleri başkanını ilgili paydaşlar ve başkanlığın taşra ve merkez teşkilatı temsilcileri tarafından belirlenen üç adaydan birisi Cumhurbaşkanı tarafından atanmalıdır.”
Fikrine %47.6 katılırken %33.7 kararsızım diyor. Katılmayan %18.7
Başkanın hangi usulle atanması gerektiği meselesi temel tartışma konularından birisidir. Bilindiği üzere mevcut sistemde başkanı Cumhurbaşkanı atıyor. Özerklik tartışması ile bağlantılı olarak başkanı merkez teşkilatı içerisinde dar bir grup mu? Yoksa taşrayı da hesaba katarak farklı unvanlardan oluşan bir heyet tarafından mı seçilmesi merkezi rol oynamaktadır. Fakat böyle bir durumda başkanlık için aday olan kişiler kurum içerisinde rekabete yol açacağından gerilimlere, farklı oluşumlara kapı aralayacağı bununda ayrışmalara, derin hesaplaşmalara vesile olacağını da hesaba katmak gerekiyor. Daha üst bir temsiliyet için başkanlığın bakanlık olarak yapılandırılması gerektiğine dair görüşleri de zikredelim. Tüm bunlar her yönüyle konuşulmalı, tartışılmalı diye düşünüyorum.
“İlahiyat hocalarının Diyanet yönetiminde yer almasını faydalı buluyorum”
Görüşüne katılanların oranı %44 kararsızım diyenler ise 19.4. Katılmayanlar %36.5
Akademik isimlerin üst düzey kadrolara atanmasına tepkilerin sebebi kurum dışından yapılan atamalar neticesinde personelin sorunlarını bilmede, çözüm üretmede yetersiz örneklerin olmasıdır muhtemelen. Şüphesiz başarılı yönetim anlamında istisnalarda oldu. Ancak genelde eğilim, kurum içerisinden alt kadrolardan kariyer basamaklarını tecrübe edinmiş, iletişim becerisi yüksek, empati kurabilen, çalışan takdiri ve ödüllendirmesinde insiyatif alabilen isimlerin atanması yönünde ağırlıklı bir görüş var. Kişisel kanaatim, kurumsal itibarı artıracak nitelikte akademik, entellektüel birikimi olan isimlerin değişim ve dönüşüm adına mutlaka başkanlığın mutfağında görev alması yönündedir.
“Diyanet’i din hizmetleri sunumunu yeterli buluyor musunuz.”
Sorusunun dağılımında %52.6 yetersiz bulurken %47.4 yeterli olduğunu ifade ediyor. Diyanet’i din hizmeti sunumunda yetersiz bulanların %27.5 i siyasetle verilen görüntünün olumsuz yansıması derken %6.4’ü vaaz ve hutbelerde kullanılan din dilinin kuşatıcı olmamasını gerekçe gösteriyor. %21.7 ise dışındaki toplumu (sosyolojiyi) doğru okuyamaması cevabını veriyor. %17.8 görev yapan personelin yetersizliği var diyor. % 9.7 ise yeni dini ve kavramsal inanç konularına cevap üretememesi diyor.
Samimice verilen yanıtları benzer sorulara verilen cevaplar gibi kendine yönelik bir eleştiri şeklinde de okumak lazım. Şüphesiz dini bilginin sunumu, bilginin kendi kadar önemlidir. Hakikatin aktarılmasında içerik, üslup, hal ve beden dilinin bir bütün olarak yansıması esastır. Hz Peygamber’in hayatında kaba, ruhsuz, samimiyetsiz bir sunuma, söyleme rastlamayız. Ancak her zaman naif bir dil kullanan bir Peygamberi ve insanlığa getirdiği hakikat bilgisini, anlatırken bağırarak, inciterek, derinlikli bilgiden uzak, sloganik bir dil ile hitap etmek ne kazandırır? Sorusunu sorma hakkımız vardır. Verilen cevapların ağırlığına baktığımızda kurumu yetersiz görenlerin çoğunluğu siyasetle verilen görüntünün de yanlış olduğunu düşünüyor. Zira camiye ve dini kurumlara siyaseti bulaştırmak kuşatıcılıktan uzaklaşmaya neden olacaktır. Şıklardan dışındaki toplumun değişimini doğru anlayamama oranı bence çok önemli. Çünkü dışımızdaki toplum, dijital dünya üzerinden sürekli dönüşürken özelliklede gençlerin dine, değerlere, ideolojilere bakışları farklılaşıyor. Onlar, dijital bir dünyanın içinde doğup büyüyorlar, her türlü kuşatmanın hedefindeler. Bu yüzden anlayacakları, ilgi duyacakları bir dil ile onları hakikatle buluşturma sorumluluğumuz var.
“Başkanlığa kurumsal yetkinlik ve toplumsal meselelere yaklaşım anlamında 10 üzerinden kaç puan verirsiniz.”
Sorusuna verilen cevap beş puan altına toplamda %59.1. On puan veren ise %3.8. Dokuz puan veren %3.3.
Farklı bir soruda başkanlığın personelinin sorunlarını çözme iradesini sual etmiştik. Bu sorudaki amaç ise din görevlilerinin parçası oldukları kurumlarına yetkinlik anlamında verdikleri puanlamayı öğrenmekti. Bu cevaplar aynı zamanda kendi kendini yetersiz görmektir. Zira ortada var olan durumu sadece yöneticilere mal etmek hakkaniyet ile örtüşmeyecektir. Yetkinlik, hem bireysel hem de kurumsal olarak yüksek düzeyde performans gösterebilmek olduğuna göre anlaşılıyor ki idareciler ve çalışanlar arasında yeterli, sağlıklı iletişimin olmaması, hedef, vizyon gibi konularda kollektif bir ruh oluşturamama neticesinde böyle bir değerlendirme ortaya çıkıyor. Yetkinliğin az görülmesini takip eden şu soruda daha iyi analiz edebiliriz.
“Diyanet’in topluma sunduğu İslam anlayışını nasıl tanımlarsınız.?
Sorusuna ise yanıtlar şöyle. %30.3 Kuran merkezli İslam anlayışı. %29.2 ılımlı İslam anlayışı. 11.3 ahlak merkezli İslam anlayışı. %1.3 mistik (sufi) İslam anlayışı. %23 ise ilmihal merkezli İslam anlayışı cevabını vermiş.
Esasen İslam isminin önüne ılımlı, mistik gibi sıfatları koymak kavramı kendi anlayış ve tercihimize göre yeniden tanımlamaktır. Sadece bir yönüyle İslam’ı anlamak yani mesela ahlak merkezli İslam dediğinizde sınırlı bir yorum yapmış olursunuz. Elbette İslam, değişmez sabiteleriyle hiçbir sıfata ihtiyaç duymayan çağlar üstü bir dindir. Bu şıkları sormamızdaki gaye, din görevlilerinin yaşadığımız gerçeklikler (İslam ülkelerinin genel görüntüsü, televizyon, internet, sekülerleşme, tüketim toplumuna dönüşme, dini cemaatlerin, farklı yorumları gibi etkenler) içerisinde nasıl bir zihinsel kodlama ile İslam’ı tanımladığını öğrenmekti. Bütünsel değerlendirdiğimizde Diyanet’i, din sunumunda, yorumunda ve dış dünya ile iletişiminde diğer sivil cemaat ve geleneksel gruplardan ayırma söz konusu. Daha kucaklayıcı, daha güven veren esnek bir dile sahip olan bir kurum olduğu görüşü hakim.
“Diyanet, özlük haklarımızın iyileştirilmesi konusunda mücadele etmektedir”
Fikrine %52.8 katılmazken %20.2 kararsızım diyor. Katılanların oranı ise sadece %27.
Kurum yöneticilerinin faklı unvanlarda olan çalışanlarının sorun ve taleplerini hem kendi yetki alanlarında hem de gerektiğinde üst makamlara iletme ve sorun çözme becerisi, kuruma bağlılığı üst seviyeye çıkaran bir yönetim şeklidir. Fakat burada görülüyor ki bu konuda başkanlığın pasif bir yönetim şeklinin olduğu algısı hayli yüksek. Zaten pratikteki çoğu sorunların, beklentilerin kurum amirleri yerine sendika yöneticilerine iletilmesi bu sonuçlarla örtüşüyor. Bire bir görüşmelerimizde din görevlileri, kendilerine ait sorunları sendikanın, en üst seviyede başkanlık merkez yönetimine ve Cumhurbaşkanı başta olmak üzere ilgili siyasi makamlara iletmesini ve ısrarcı olmasını istiyorlar. Çünkü var olan sorunları yasal çerçeve içerisinde sendika aracılığıyla siyasetin çözeceğini düşünüyorlar. Hasılı bu algının değişebilmesi için kurum yönetiminin daha aktif daha üretken, proaktif bir rol üstlenmesi çalışanlar tarafından bekleniyor.
Diyanet-sen özlük haklarınızı iyileştirme konusunda mücadele etmektedir.
%47.5 katılırken %34.3 katılmadığını söylüyor. Kararsızların oranı ise 18.2.
Bu rakamlar sendika lehine az gibi görünmesinin sebeplerini irdelediğimizde gerek KİK gerek toplu sözleşme süreçlerinde yetkili sendikanın işlevinin tam olarak bilinememesinin etkisinin olduğu kanaatindeyim. Çünkü illeri ziyaretlerimizde bazen hükümet veriyor siz ne yapıyorsunuz ki gibi söylemlerde oluyor. Oysa hiç de adil olmayan bir değerlendirme. Şöyle düşünelim, bir bürokrat, bakan ya da Cumhurbaşkanı güne başladığında bugün Diyanet çalışanlarına ne versem acaba? Diye düşünmüyor. Kanunen yetkili olan Diyanetsen, her unvanın sıkıntısını kurum içerisinde çözülebilecek ise KİK toplantısına, kanun değişikliği gereken konuları da toplu sözleşme masasına, bunların dışında kamu personel sistemini ilgilendiren genel konuları da KPDK’ya taşıyor. Bu masalara sendika tarafından taşınmayan hiçbir konu görüşülmüyor. O toplantılara biz yetkili sendika olarak teklif getirdiğimizde hükümet kanadından da bizde sizin için şu teklifleri sunuyoruz diye bir tek meseleyi müzakereye açmıyorlar. Ağlamayana meme yok misali. Bu yüzden günümüze kadar 107 başlıkta toplu sözleşme ve KİK kazanımları yetkili olan sendikamızın emeğiyle, ısrarlı bir şekilde takibiyle elde edilmiştir. Bu süreçlerin tam olarak bilinmemesi veya bizim çalışanlara yaptıklarımızı tam olarak anlatamayışımızın sonucunda yüzde ellilik bir karşılık buluyor. Fakat sonuçta Diyanetsen, hak mücadelesi konusunda çalışanlar tarafından Diyanetten %20 daha başarılı bulunuyor.
“Kurumunuza gittiğinizde kendinizi ailenizde hissediyor musunuz?
Sorusuna %44.7 hayır diyor. %20.2 de kararsızım cevabını veriyor. %36.1 ise olumlu yanıt veriyor.
Aile kavramını bu soruda kullandık çünkü aile, samimi ve sıcak ilişkilerin kurulduğu, iyi ve kötü durumların paylaşıldığı, var olan sıkıntıların birlikte göğüslenildiği çok anlamlı bir kurum. Yöneticilerin sürekli “biz bir aileyiz” vurgusuna ithafen, sorumuz maalesef beklenen düzeyde karşılık bulmadı. Burada kurumdan kasıt il ve ilçe müftülükleri, eğitim merkezleri ve Başkanlığa ait tüm birimlerdir. Görevlilerin bir işleri olduğunda zorunlu olarak işyerlerine gitmelerinin haricinde amirlerin yaklaşımı, işyerindeki ortam, iletişim şekilleri vb. belirleyici oluyor. O zaman biz nasıl bir aileyiz? Sorusuna acil cevap vermek gerekiyor.
“Çalışma hayatınızda karşılaştığınız en önemli güçlük veya sorun sizce hangisidir”
Sorusuna yüzde %41.4 hak ettiğim değerin verilmemesi ile karşılaştım derken % 20.1 ise yöneticilerin olumsuz tavırları ile karşılaşıyoruz cevabını vermiş, % 16.1 ise görevlendirmelerde adaletsizlik yaşadığını, %4.8 ise mobinge uğradıklarını belirtiyor. Herhangi bir sorunla karşılaşmadım diyenler ise %17.2.
Kurum çalışanlarının çoğunun emeğinin karşılığında değer görmediğini düşünmesi, ardından yöneticilerin yaklaşımlarının negatif olması gibi cevaplar kuruma olan bağın gevşemesine sebep olacağı muhakkaktır. Modern psikolojinin öncü isimlerinden William James’in “insan doğasının en derin özlemi takdir edilmektir” sözü vardır. Takdir, belirlenen hedeflere ulaşmak için çalışanları güdüleyen, motive eden bir etkiye sahiptir. Takdir edilen insan, potansiyelini zorlayarak başarıda sürekliliği kazanabilir. Fakat bir kurumun üst yöneticileri, zaten maaşınızı alıyorsunuz, hem sizin dinen sorumluluklarınız var, düşüncesiyle başarılı olan görevlileri görmezden gelirse hem kendilerine hem de kuruma karşı güven ve sevgi kaybına sebep olurlar. Olması gereken görev yerinde katma değer üreten her bir hocamıza maddi, manevi desteğin verilmesi, insani yaklaşımın ve adaletin merkeze alınmasıdır.
“Seçme imkânım olsa başka bir devlet memurluğuna geçerdim”
Sorusuna yanıt ise bir hayli düşündürücüdür. %35.5 başka kuruma geçmek istediğini ifade ederken %13.3 kararsız olduğunu söylüyor. Net olarak kurumda kalmak isteyenlerin oranı ise %51.3.
Bu cevaplar bize gösteriyor ki yaptığı işten haz almayan, tatmin olmayan ciddi bir kitle var. Memnuniyet düzeyinin değişkenlik sebebi kişinin eğitimine, kişisel özelliklerine, aidiyetinin azlığına, görev yerinin zorlu coğrafyalarda oluşuna, aldığı ücretin getirisine, kariyer fırsatlarının olup olmamasına veya amirlerin davranışlarından kaynaklı birçok farklı faktöre bağlı olabilir. Bu etkenler düşünüldüğünde haliyle çalışanlar işlerine dört elle sarılmazlar. Sevme derecelerinin düşük olmasını duygusal tepkilere bağlayanlar olabilir. Fakat benzer sorulara verilen yanıtlar bize durumun hiç de öyle olmadığını gösteriyor. “Fırsat bulduğunda farklı kuruma geçme” isteği üzerine çokça düşünülmeli. Bu meseleyi çalışmak istemeyen istediği yere gitsin ucuzluğuyla kesip atmak yerine çalışanları düşünsel anlamda bu sonuca götüren psikolojiden ekonomiye, yönetişim anlayışından kurumsal hedeflere kadar her ayrıntı derinlemesine irdelenmelidir. Yoksa bu oranların daha da yukarıya çıkacağı kaçınılmaz görünüyor.
“Köylerde görev yapan din görevlilerine çalışma üst sınırı getirilmelidir”
Görüşüne %61.3 evet derken %14.2 katılmıyor. %24.4 ise kararsızım diyor.
Cami dağılımlarına baktığımızda köylerde olan sayının daha çok olduğunu görüyoruz. Haliyle köyde görev yapan hocalarımız lojman imkânları, sosyal olanaklar, sağlık hizmetleri, çocuklarına eğitim fırsatlarının azlığı ve servis sorunlarının yanında uzun süre aynı yerde kurulan insani işkillerin gevşemesi, ciddiyetini yitirmesi ve heyecanın azalması vb. birçok faktörden dolayı din görevlilerinde yer değişikliği isteği var. Ayrıca gittikçe gençleşen görevli profilini de hesaba katmak lazım. Çünkü yirmili yaşlarda ilahiyat eğitimi almış gençler, on, on beş haneli çoğunluğu yaşlılardan oluşan köylere atanıyor. Fakat akranlarının olmadığı sosyal imkânların hiç bulunmadığı bir ortamda genç görevliler uzun süre kalmak istemiyorlar. Kendi geleceğini kurmak isteyen, evlenme hayali olan genç hocalar için yetersiz, eskimiş lojmanlarda kalmakda büyük bir sosyal problem olarak önümüzde duruyor. Bunun için lojmanı olmayan yerlere atama yapılmaması, ihtiyaç olmayan yerlerdeki kadrolarında şehir merkezlerinde planlanmasının yapılması öncelik arz ediyor. Ayrıca 2020 Nisan KİK kararlarında 1. Madde olarak masaya taşıdığımız teklifin hayata geçirilmesi görevlileri önemli ölçüde rahatlatacağına inanıyoruz. Yani D grubundan D grubuna aynı şekilde C grubundan C grubuna sınavsız adil bir puanlama (görevlinin aldığı her türlü belge, proje, görev yılı, diplomaları vs.) usulü ile yer değişikliğinin önünün açılması anlamında bir çalışma yapılması sorunu büyük ölçüde çözecektir.
“Diyanet personelinin ödüllendirilmesinde (takdir-teşekkür) güzel Kur’an okuma, halka yönelik program yapma gibi kriterler fazlaca ön plana çıkmaktadır”
Görüşünü %48 onaylarken %22.9 kararsızım diyor. %29.2 ise katılmıyor.
Özveriyle çalışarak başarılı olan görevliler, başarının kendisi kadar kıymetlidir. Ancak kişiye onur veren, vefa hissini güçlendiren, kıymet gösterilme duygusundan mahrum bırakılan bireylerde mesleki anlamda içsel soğumanın başlaması kaçınılmazdır. Ayrıca performansa göre ödül en önemli motivasyonu artıran, işyerine bağlılığı çoğaltan ve mutluluk katsayısını artıran, kendisini özel hissetmesini sağlayan bir özelliğe sahiptir. Görev yaptığı camide birçok sosyal projeler geliştiren, bulunduğu mekânı estetik anlamda güzelleştiren, kurumunda farkındalık oluşturan tüm çalışanlara bir Müftü ’nün, Kaymakam’ın, Vali’nin teşekkür veya başarı belgesi vermemesi, veya başarılı müftülerin yaptıklarının görmezden gelinmesi veya hiç haberdar olunmaması çalışma azmine vurulan en büyük darbedir. Burada bir kâğıt parçası neden bu kadar önemli? Fani bir kuldan alacağın takdir yerine âlemlerin Rabbinden bekle gibi düşünce akla gelebilir. Fakat bu mesele sığ ve duygusal yaklaşımlarla geçiştirilecek bir konu değildir. Sonucu itibariyle de ödül aracılığıyla memnuniyet oranlarının yüksek olduğu kurumlar, belirledikleri hedeflere çok daha verimli ulaşıyorlar. Kararsızlarla birlikte yüzde elli iki gibi bir oran ne yaparsa yapsın üst idarecilerin görmediğini veya görmezden geldiğini düşünüyor. O halde belge verme, kıymet bilme konusunda daha cömert bir yönetişim sergilendiğinde olumsuz çıkan birçok sonucun daha iyiye evrileceğini hesaba katmamanın kime faydası olacak?
“Sevgi evlerinde, Kyk’larda ve gençlik merkezlerinde görevlendirilen Başkanlık personelinin görev için gereken yeterliliğe sahip olduğunu düşünmüyorum”
Fikrine %40.3 katılıyorum derken %29.6 kararsızım diyor. Yeterli bulanların oranı %30.
Toplumsal yapının en önemli ayakları olan çocuklar, gençler ve travma yaşamışlara yönelik manevi rehberlik yapan hocaları nitelik açısından eksik bulma oranın yüksek çıkması şaşırtıcı. Gençlerin özellikle varoluşsal meselelerine din ve maneviyat ile ilgili sorularına, sorgulamalarına tatmin edici şekilde cevap vermek belli bir birikimi gerektirir. Gençler, haklı olarak inanç konusunda inandıklarının akıllarına ve kalplerine de yatmasını istiyorlar. Sevgi evlerinde ve yurtlarda genellikle eğitim ve din hizmetleri uzmanlarınca manevi ve dini rehberlik hizmeti veriliyor. Eğer yeterli sayı yok ise imam hatip veya vaiz hocaların görevlendirilmesiyle bu hizmetler gerçekleştiriliyor. Tabi ki aile içinde yaşadığı travma ve olumsuzluklar nedeniyle devletin koruma altına aldığı minik yavruların ruh hallerini anlayacak, onlarla sağlıklı iletişim kurabilecek bir eğitim bilgisine ihtiyaç vardır. Bu soruya katılımda yetersizlik oranının yüksek çıkması bu ihtiyacın ifade edilişi olarak okumak gerekir. Yüzde seksen civarında bir taleple bu eğitimleri Diyanet’in vermesi isteniliyor.
“Diyanet’in maaş, promosyon anlaşmasını zorunlu olarak katılım bankalarıyla yapmasını onaylıyor musunuz?”
Sorusuna %35.3 evet derken %64.7 hayır cevabını veriyor.
Banka maaş anlaşması personel ile kurum arasındaki bağın kopmasına sebep olabilecek potansiyele sahip bir mesele haline geldi. Kurumun sadece katılım bankalarıyla anlaşma ısrarı neticesinde yaşanan birçok problemin bilinmesine rağmen ikinci ihalede de teklif davetiyesi yine sadece katılım bankalarına gönderildi. Bir çok ilde ve nerdeyse ilçelerin tamamında şubelerinin olmaması, atm yetersizliği, personel eksikliği, sınırlı limitler.. Hepsi mağduriyetten öte zulme dönüştü. İlçeden ile ilden ile hesap açtırmak için giden görevliler ile idareciler arasında sıkıntılar yaşandı, yaşanıyor. Otuz kilometrelik köyden ilçeye maaş almak için inen hocalarımızın bir kısmı bankamatikte para olmaması veya bankamatiğin karta el koyması gibi nedenlerden maaşlarını alamadılar. Bunlar istisna denilebilir. Ama gerçekler öyle söylemiyor. Çünkü aynı sıkıntılar sadece Hakkâri’de, Artvin’de, İzmir’de değil, İstanbul’un göbeğinde de yaşandı. Bu metni yazdığım 15 Ocak tarihinde bile birçok şubede internet bankacılığı devre dışındaydı. Tüm bunlar bilinmesine rağmen yeni anlaşmada alt yapı eksikliği olan katılım bankalarıyla yapılması bu sonucu çıkardı.
“Lojmanı olmayan camilere din görevlisi ataması yapılmamalıdır”
Görüşüne %59.8 katılıyor, %29 ise katılmıyor. Kararsızların oranı ise %11
Bu sonuç gösteriyor ki lojman olmaması veya mevcutlarında metre kare olarak yetersizliği gibi sıkıntılar tercih edişlere yansıyor. Özellikle büyükşehirlerin çoğunda boş olan kadrolara talebin olmaması çoğunlukla lojman ile ilgilidir. Yüksek kiralar, ulaşım gibi maliyetleri karşılayamayacağını düşünenler daha az maliyet ile olduğu yerde kalmayı tercih ediyorlar. Oysa çok vasıflı hocalarımız, taşranın uzak köylerinde görev yapıyorlar. İmkân tanınsa merkezi yerlerde gencinden yaşlısına toplumun her kesimine daha nitelikli hizmet edebilirler. Enflasyonist ortamın etkisiyle artan kira rakamları zaten ancak geçimini sağlayabilen çalışanlar açısından katlanılamaz sonuçlar doğuruyor. Bundan dolayı hiç değilse yeni yapılan camilere lojman yapma zorunluluğu getirilmelidir. Veya kira yardımı yapılmalıdır. Köylerde kiralık evin bulunmamasını da eklediğimizde bu sorun acilen çözülmeyi beklemektedir.
“Cami dernekleri camilerin ihtiyaçlarını karşılamakta duyarsızdır”
Düşüncesini %59.4 onaylıyor. %25.1 ise kararsız olduğunu söylüyor. Sadece %15.4 katılmıyor.
Cami dernekleri konusu görünmez yöneticiler anlamında da kullanılabilir. Zira hem cami görevlilerine hem de müftülere karşı bir vesayet uygulayan derneklerin birçok yönüyle yasa değişikliği yapılarak yeniden yetki ve sınırları belirlenmelidir. Cami yapımlarında, estetiğinden mimarisine, çevre planlamasından iç dizaynına kadar kimseyi karıştırmayan, müftülüklerden gelen yardım toplama isteklerine dahi karşı çıkan bir vesayet kurumu gibi duruyorlar. Elbette istisnaları var. Fakat bir düzenlemeye ihtiyaç olduğu muhakkak. Patlayan bir ampül, tuvalet ve lavabo temizlikleri için deterjan, çevre düzenlemesi vs. gibi birçok temel gereksinimleri dernek yöneticilerine söylendiğinde burun kıvıranlar, sen işimize karışma diyenler oluyor. Bu gerekçelerden dolayı cami derneklerinin statülerinin değiştirilmesi için yasa değişikliği beklentisi yüksek seviyededir. Dernek konusunu detaylı bir şekilde ele alacağımız bir “odak çalışması” yapacağımızı belirtmek istiyorum.
“Personel süreli yayınlara abone olmaya zorlanmamalıdır”
Katılanların oranı %84.5. “Her ay zorunlu olarak bir kitap okutulmasını destekliyorum” diyenlerin oranı %37. Katılmayanların oranı ise %49 karasızlar 14.1.
Süreli yayınlardan kasıt diyanet, aile, geçerken ve diyanet çocuk gibi dergilerdir. Her ne kadar üst yönetim dergi abonelikleri zorunlu değil, hocalarımız daha çok kurum dışındaki insanımıza yayınlarımızı tanıtsınlar deseler de taşrada durum hiç de öyle değil. Çoğu müftü en az iki veya üç dergiye abone olmayı dayatıyor. Abone olmayanlardan niye abone olmadın diye dilekçe isteyenler, farklı konularda mobing uygulayanlar bile var. Oysa hem idari hem de hukuki anlamda bir yönetici zorla dergi aboneliği yaptıramaz. Öncelikle kişisel görüşümü ifade edeyim. Okumak zaten var oluşumuzun gereğidir. İnsana verilen akıl ve irade gücünü doğru yönde kullanabilmesi için ilahi bir zorunluluktur. Su ve ekmek gibi en temel gereksinimdir. Ancak okumayı kendisine ihtiyaç hissetmeyen kimseye zorla al bu dergiyi oku demek o kişi için zulme dönüşüyor. Süreç kurumsal aidiyeti zedeliyor. Üstelik böyle bir örnek başka hiçbir kurumda da yok. Öncelikle okuma isteği bir tercihtir. Zorla her ay bir kitap oku, bir dergi bitir, zihniyeti ile okuma eylemine karşı bir nefretin oluşmaması imkânsızdır. Ki zaten bu dayatma ile abone olunsa bile kitap ve dergiler okunmamaktadır. Alınan dergiler müftülüklerin raflarında birikmekte ve maalesef hem sermaye hem de verilen emek heder olmaktadır. Ayrıca hiçbir idareci sıfatı ne olursa olsun hukuken zorla bir çalışanı bir yayına abone olmaya zorlayamaz. Fakat her Aralık ayı geldiğinde bu mesele anlamsız bir gerilime sebep olmaktadır. Olması gereken abonelik konusunda herkesin iradesine göre hareket etmesidir. Yüzde seksen beş gibi bir oran inanıyorum ki kitap ve dergi okuma isteksizliğinden ziyade bunu bir dayatma ile yaptırılmaya çalışılmasıdır. Şu sorulabilir. Tamam, zorlama olmasın fakat bu yanıtı verenler zorlama olmadığında kitap ve dergi okuyacaklar mı? Bende dayatma olmadığında bir anda okuma eyleminin artacağını düşünmüyorum. Fakat bu konuda yaklaşım çok önemli. Tabi ki kişisel gelişimine katkı sağlayan kurumun yayınlarına sahip çıkmak görevlinin aidiyet göstergesidir. Lakin okumayı sevdirmenin yolu baskıdan ziyade örneklikten ve ihtiyaç hissettirmekten geçer.
Aylık toplantıda müftülerimiz, dergilerden bir tanesindeki ilgi çeken bir konuyu özlü ve hayranlık uyandıracak bir şekilde anlattıktan sonra arkadaşlar, anlattıklarım diyanet dergisinin bu ayki sayısının konusudur. Böyle bir söylem dergi alın demeye bile gerek kalmadan görevlilerin dikkatini dergiye yönlendirecektir diye düşünüyorum.
Şuda bir gerçek ki müftülerimiz personel sayıları ile orantılı kitap ve dergi satışı yapamadıklarında merkezi yönetim karşısında başarısız kabul edilme çekincesinden alt birimlerde çalışan personele psikolojik bir baskı ile yaklaşıyorlar. Bu durumda hem personeli hem de idarecileri bu gerilimlerden kurtarmak adına tüm edebi ve kültürel muhitlerdeki gibi süreli yayınları dijital ortamlara açmak daha çok insanın faydalanmasını sağlayacaktır.
“Diyanet’te torpil, iltimas ve kayırmacılık yoktur”
İfadesine %79.1 katılmazken sadece %7.3 katılıyor. %13.6 ise kararsız.
Böyle bir sonucun çıkması iç acıtan bir durum. Zira helal haram duyarlılığı, adalet, ehliyet ve liyakat ilkeleri en çok diyanette vardır, gibi bilinen algı karşısında çalışanların yüzde seksen oranında güvenini yitirmesi idare tarafından iyi düşünülmesi ve bir an önce bu olumsuz algıyı üzerinden silip atması gereken bir konudur. Komisyonlarda görev alan hocalarımız ve üst yönetim, bizler, sınav ve atamalarda kul hakkına girmemek için ehliyet ve adaleti hassasiyetle gözetiyoruz, diyebilirler. Ancak verilen cevaplarda sadece %7.3’ün evet atamalarda torpil yoktur demesi geriye kalan kararsızlarla birlikte %92’nin ise kesinlikle vardır yargısı hangi saiklerle oluştu? Derinlemesine kazı yapılması gereken bir mesele. Keşke helal ve haram duyarlılığı hassasiyetiyle yapıldığı söylenen maaş (promosyon) ihalesine yaklaşımda gösterilen itina, atamalarda, astlara yaklaşımda v.b gösterilseydi. Bu oranlar daha aşağı seviyelerde olabilirdi.
“Diyanet, din ile devlet arasına sıkışmış bir kurumdur”
Görüşüne %52.3 katılırken %29.8 katılmıyor. %17.9 ise karasız
Din devlet ilişkisi Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğu günden bugüne jakoben bir laiklik anlayışıyla meseleye yaklaşanlar açısından hep tartışma meselesi yapılmıştır. Dinin siyasetle mesafesinin sınırı ne olacak? Bu sınırlar meşruiyetini kim belirleyecek? Bu sorular cevaplarını beklerken dini alana devletin müdahale ettiği düşüncesi daha ağır basıyor, alınan cevaplardan. Muhtemelen devlet ile dini cemaatlerin ve çetrefilli meselelerin arasında bir denge unsuru olarak kurumlarını gördüklerinden bu oran yüksek çıkıyor olabilir. Öte yandan Diyanet, dini bir kurum mu? Yoksa laik bir kurum mu? Sorusu izaha muhtaç. Çünkü tek bir cevabı olmayan bir soru olduğundan değerlendirmelerde farklılaşıyor. Fakat her halukarda kuruluş felsefesi gereği siyasetle iç içe bir görüntü verilmemesi eğilimi haklı olarak çok fazla öne çıkıyor.
“Diyanet, İslam dünyası için model olabilecek bir yapıya sahiptir”
%48’i onaylarken %26 kararsız olduğunu ifade ediyor. %26.0 katılmıyor
Her şeyden önce Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurumun diğer İslam ülkelerine örnek olması meselesi yukarıda izah ettiğim gibi bir kıyası gerektiriyor. Farklı ülkelerde din-diyanet ve siyaset ilişkisi bilgisinin olmasıyla sağlıklı bir kıyas yapılabilir. Kararsızların sayısının çok olmasını buna bağlıyorum.
“Diyanet, personelinin görevi sırasında herhangi bir siyasi partiyi övmesini ve yermesini doğru bulmuyorum”
% 71.5 katılırken %20.2 katılmıyor. %8.3 ise karasız olduğunu ifade ediyor.
Siyasal eğilimler, bireylerin eğitimleri, yorumları, inançları, ekonomik ve sosyal beklentileri çerçevesinde şekillenen kişisel tercihlerdir. Camilerde siyaset arenası gibi belli görüşleri ima etme, adres gösterme, aşağılama vb. bir dille konuşulması elbette farklı düşüncelere, siyasi tercihlere sahip cemaat tarafından hoş karşılanmayacaktır. Camiler mutlaka siyaset üstü olmalıdır. Çünkü anlamı itibariyle birleştiren bir araya getiren işlevselliğe sahiptir. Diyanet’in önderlik ettiği din dilinin kuşatıcı olması, bireyin ahlakına, manevi hayatına, gündelik yaşamına katkı sunması gerekir. İdeoloji ve siyaset uğruna belli bir kesimin dışlandığı, hedef gösterildiği bir cami, fonksiyonunu icra edemez. Birleştirici özelliğini kaybederek ayrıştıran, kutuplaştıran bir mekân haline gelir. Ki bu hiç olmaması istenen bir sonuçtur.
“Batıda din adamlarına bizden daha fazla değer verildiğini düşünüyorum”
Bu fikre %66.7 katılırken %18.5 katılmıyor. %14.8 kararsızlığını ifade ediyor.
Batıda din adamlarına verilen değerin çok olduğunu düşünmenin psikolojisini iyi tahlil etmek gerekir. Bu düşünce bir bilgi midir? Yoksa bizde değer verilmiyor, ama muhtemelen batıda bizden iyidir yaklaşımından mıdır? Yeterli raporlar olmadığı için net cevap vermek zor. Hristiyanlıkta ruhbanlık tartışması düşünüldüğünde sınıfsal ayrımcılığın kabul görmediği bir toplumsal yapıda saygının tam olarak neye tekabül ettiğini sorgulamak lazım. Yani saygının nedeni din adamı da toplumun bir parçası, her şeyden önce bir insan olarak saygıyı hak ediyor, düşüncesinden mi? Yoksa dini temsil ettiğinden mi? Cevaplarını arayan sorular. Ama TV ve sosyal medya üzerinden bir karşılaştırma yaptığımızda eğlence programları, dizi ve sinemalarda batılı yapımlarda din adamları genellikle olumlu yansıtılırken bizde ise uyanık, pespaye, çıkarcı, üçkâğıtçı gibi tarih öncesinden çıkma bir karakter olarak sunuluyor. Bundan dolayı batıda din adamlarına saygının daha fazla olduğu kanaati ağır basıyor olabilir.
“Diyanet’in yürüttüğü faaliyetlerin halkın dindarlığını artırmada etkili olduğunu düşünüyorum”
% 46.9 katılırken %29.8 katılmıyor. %23.3 ise kararsızım diyor. Çalıştığı kurumu kendi alanında yeterli görülmemesi aslında bir muhasebe ve yüzleşmedir. Başka bir ifade ile sosyal hayatta var olan olumsuzluklara din ve dini tebliğ eden aynı zamanda yaşam biçimleriyle de sahnede olanların gösterdikleri performansın düşük olduğunun kabulü de diyebiliriz. Biraz daha açarsak anlattığınız içerik, sunarken verdiğiniz imaj, pratik hayatta ve sahip olunan makamlarda uygulamalar, sergilenen görüntüler... Veya adına proje dediğimiz birçok faaliyetin sürekli değişen toplumsal yapı karşısında eksik ve anlamsız kaldığı akışkan olan değişimlere yetmediğinin yanıtıdır. Neticede hepsini üst üste koyduğumuzda böyle bir kanaat oluşuyor. Fakat halkın maneviyatını artırmada bir tek Diyanet’i sorumlu görmekte haksızlık olur. Milli Eğitim ve Kültür Bakanlıklarınında manevi ve estetik anlamda toplumun ilerlemesine yönelik temel sorumluluklarının olduğu da unutulmamalıdır.
“Farklı dinlere ait kitap ve broşürlerin ülkemizde serbestçe dağıtılabilmesi gerektiğini düşünüyorum”
% 80.6 katılmadığını söylüyor, katılanların oranı ise %10.
Beni şaşırtan bir oranla yüksek çıkan bu sonuç gösteriyor ki öteki diye tabir ettiğimiz diğer tahrif edilmiş semavi dinler ve geleneksel dinlerin kendilerini ifade etmelerine pek müsamaha gösterilmiyor. Aslında inancına güvenen inanç hürriyetinden korkmaz diye bir sözümüz var. Malum, insanın hür iradesiyle kıyaslayarak dinler arasında İslam’ı seçmesi tahkiki imanın bir sonucudur. Tarihe baktığımızda İslam, hep özgürlüklerin olduğu, farklı inançlarla aynı şehirlerde yaşandığı ortamlarda yeşermiş, meyve vermiş ve medeniyete dönüşmüştür. Yüce Allah’ın insanları tek bir inanç üzere yaratmaması, tanışmamız için kabilleler şeklinde var etmesi, dinde zorlamanın olmaması gibi ayetler aslında İslam’ın kendine duyduğu özgüveni inananlarına aktarması değil midir?
Geldiğimiz bu zihinsel hali Avrupa başta olmak üzere birçok ülkede yükselişe geçen aşırı sağcı, dinci gibi akımların oy oranları ile paralel bir şekilde yorumlamak gerekir diye düşünüyorum. Zira gittikçe içe kapanan, tek hakikatçi, ideoljik ve faşist derecede milliyetçilik akımlarının görünürlükleri gün geçtikçe artıyor. En çok hedefte olan kitle ise Müslümanlar. Tabi ki görevlilerin farklı dinler hakkında müsamahalı olmamasının nedeni bana göre tahammülsüzlükten ziyade daha çok batılı devletlerin Filistin başta olmak üzere İslam ülkelerine tepeden bakma, islamofobi endüstrisi ve sömürme psikolojilerine bir temkinli yaklaşma ve güven duymamadan kaynaklı olabilir.
“Aleviliği nasıl tanımlarsınız?
Sorusuna din olarak diyenler %1.4 mezhep diyenler %7.2 tarikat diyenler %2.9 yaşam biçimi diyenler %24.6 Şia’nın bir kolu diyenler %26.6 siyasi oluşum diyenler %12.1 inanç ve erkan yolu diyenler %3.9 İslam’ın farklı kültürel yorumu diyenler 8.7 fikrim yok diyenler ise 12.6. Bu kadar farklı oranların çıkması ilk bakışta kafa karışıklığının olduğunu gösteriyor.
Zira ortak bir tanımı yapılmış Alevilik olmadığından farklı düşüncelerin oluşması normal diyebiliriz.
“Cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesini uygun bulmuyorum”
%60.1 katılırken %23 uygun bulduğunu ifade ediyor. Kültür bakanlığına bağlı yeni kurulan “Alevi-Bektaşi Kültürü Başkanlığını destekliyorum.” İfadesine ise %43 katılırken %26.9 katılmıyor. %30.1 karasızım diyor.
Cem evlerinin ibadethane olarak tanımlanması İslam dışında bir din olarak tanımak anlamına geliyor. Kuşkusuz İslam’ın karşısında başka bir din gibi yaklaşımın kabul görmesi imkansız. Çünkü Alevilikle ilgili benzer soruya verilen cevaplar Cem evlerinin bir kültür merkezi olarak kabul edildiğini gösteriyor. Üstelik İslam’ın içinden farklı bir yorum olarak kendini konumlandıran Alevilik, kendi içinde de homojen bir yapıya da sahip değil. Bu yüzden Alevilik, sürekli kaşınan ve ayrışma aparatı olarak kullanılan bir fay hattı. Fakat tarihe vurgu yaparak ifade etmek istiyorum. Dini düşüncede ve yorumlamada din içi çok sesliliğin bir rahmet sayıldığı, hoşgörü, sivil ve özgür ortamın hakim olduğu bir geleneğin içinden geldiğimizi unutmamak lazım. Yine tarihi geleneğimizde Alevi Bektaşilerin Yeniçeri Ocaklarında en önemli unsur olduklarını da hatırlamakta yarar var. Neticede çıkan oranları değerlendirdiğimizde Aleviliğin kendisini İslam’ın içinde farklı bir yorumla tanımlamasına tolerans ile İslam dışı tanımlaması arasına verilen tepkiler çok farklı. Haklı olarak biri kabul görürken diğeri asla onaylanmıyor.
“Türkiye’de farklı dini cemaatlerin olması zenginliktir.”
% 37 katılmazken %43 katılıyor. %20 kararsızım diyor.
Katılmayanların oranının yüksek olması farklı dinlere yaklaşımla ilgili sorunun oranlarıyla örtüşüyor. Hem faklı dinler hem de İslam’ın içinde yer alan değişik dini gruplara tahammülün olmaması ifade ettiğimiz gibi tarihi geçmişimizle bu konudaki örnekliliğimizle kıyaslandığında şaşırtıcı geliyor. Bilindiği üzere cemaat, modern toplum ile anılan bir kavram. Daha önce tasavvufi geleneği olan tarikatlar ile büyük kentlerin ortaya çıkardığı durumlar karşısında cemaatlerin oluşması sosyolojik bir gerçekliktir. Bir cemaatin şemsiyesi altına girerek psikolojik bir güç kazanma, aidiyetiyle mutlu olacağı düşüncesi, şehrin olumsuzluklarına karşı bir tutunma ihtiyacı vb. nedenlerden cemaatler ortaya çıktılar. Fakat FETÖ’nün devletin kılcal damarlarına kadar sinerek haince kalkışma yapmasının cemaatlere olan yaklaşımı direkt olarak etkilediğini görüyoruz. Din görevlileri, devletin hangi biriminde olursa olsun herhangi bir cemaatin ya da tasavvufi geleneğin kadrolaşmasını tasvip etmiyor. Çünkü devletin vatandaşına her alanda fırsat eşitliğini hakkaniyet ölçüleri ile sağlama gibi temel görevi var. Haklı gerekçelerle verilen bu tepkileri doğru anlamak için çok yönlü düşünmek gerekiyor.
“Halk din görevlisine güvenir”
%65.5 katılırken %17.9 katılmıyor.
Zaten çoğu araştırmalarda bunu doğruluyor. Ülkemiz insanı hem Diyanet’e hem de din görevlilerine birçok anlamda güveniyor. Hocalarımızda yaşadıkları toplumun içinden kendilerine yaklaşımın bu yönde olduğunu tecrübe edindikleri için çoğunlukla insanların güvendiklerini düşünüyorlar.
Toplumsal bakış
“Türk halkının dindarlığı ile ilgili aşağıdaki düşüncelerden hangisine katılırsınız.?
Sorunun şıklarına dağılım ise şöyledir. Beş yıl öncesine göre daha dindardır.%6.4 yıllar geçtikçe dini duyarlılıklarını kaybetmektedirler %84.5 dindarlığında fark yoktur %9.1. Kuşkusuz bu kanaatlerin oluşmasında din görevlilerinin içinde yaşadıkları toplumun nerdeyse tüm yönleriyle değişimine tanıklık etmelerinin etkisi vardır. Şekülerleşmenin, tüketim toplumuna dönüşmenin sonucu olarak insani ilişkilerde ve manevi konularda gevşemenin sonuçlarını yaşayarak görüyoruz. Öyle ki tarihte hiç olmadığı kadar dijital platformlar tarafından ablukaya alınmış durumdayız. Bu muhasarada zarar gören en büyük ‘din’ kurumu maalesef. Haliyle gelen zamanın gideni arattığı bir ortamda dindarlığın gerilediği düşüncesini normal karşılamak gerekir.
Altmış beş soru içerisinden seçtiğim konular üzerine kişisel düşüncelerimi açıkladım. Oranlar hakkında farklı yorumlamalar, çözümlemeler, eleştiriler olabilir. Takdir okura aittir. En önemlisi bu sonuçlar üzerinden sorumlu olanların harekete geçme iradesini göstermesidir.